Değişik müderris ve âlimlerden ders alırken seyahatleri sırasında yaşadığı bölgenin sorunlarını yakından idrak etti. O dönemde en büyük üç sorun olarak gördüğü cehalet, zaruret ve husumetin önüne geçmek için mücadele verdi. Bölgede huzurun sağlanması ve bölgenin gelişmesi ancak bu üç sorunun halledilmesiyle mümkün olabilirdi. Ermenilerle bölge halkı arasında oluşan gerilimin kaynağı da bu üç ana sorundu.
“Hem de bizim düşmanımız ve bizi mahveden, cehâlet ağa, oğlu zaruret efendi ve hafîdi husumet beydir. Ermeniler bize düşmanlık etmişlerse, şu üç müfsidin kumandası altında yapmışlar.” (Âsâr-ı Bediiye, s. 330.)
Daha sonraları Rusların, İngilizlerin ve Fransızların oyununa geldikleri için Ermeniler ortalığı karıştırmaya başladılar. Bediüzzaman Birinci Dünya Savaşı öncesinde yukarıdaki ifadeyi kullanmış ve barışa katkı sağlamaya gayret göstermiştir. Fakat Bediüzzaman “onlar ne yaparlarsa yapsınlar ve her halükarda onlara dost olun” demiyor.
“Fakat mütezellilâne dost olmak değil, belki izzet-i millîyeyi muhafaza ede¬rek müsalaha elini uzatmaktır.” (Âsâr-ı Bediiye, s. 330.)
kaydını hemen bu bahislerin arkasına yapıştırıyor.
Bediüzzaman, hakikatte Türklere ve Kürtlere göre şecaat ve kahramanlıkta çok geri olan Ermeni fedailerini bu denli cesur yapan şeyin, milli gayretin olduğunu söylüyor. Yani; bir Ermeni, kendini milliyet havuzunda eritip, her şeyini milleti olarak gördüğü için, bir nevi Ermeni milletinin cesaretinin bu şahısta temerküz ettiğini ifade ediyor. Bu şahıs hareket ederken milleti namına hareket ediyor, ölürken de milleti namına ölüyor.
"Sual: Ermeni milleti sizden daha cesur olabilir mi? "
"Cevap: Hayır, asla! Olmamış ve olamaz."
"Sual: Mahiyetini sen şerh et."
"Cevap: Faraza, İslâmî fikr-i milliyetle (HAŞİYE) onlar gibi temâşâ etseydiniz, kahramanlığınızı âleme tasdik ettirip yüksek tabakalara çıkacaktınız. Eğer Ermeniler sizin gibi sathî ve kısa düşünseydiler nihayette korkak ve sefil olacaklardı. Hakikaten sizin hârikulâde şecaate istidadınız vardır. Zira bir menfaat veya cüz’î bir haysiyet veya itibarî bir şeref için veya 'Filân yiğittir.' sözlerini işitmek gibi küçük emirlere hayatını istihfaf eden veya ağasının namusunu isti’zam için kendini feda eden kimseler, eğer uyansalar, hazinelere değer olan İslâmiyet milliyetine, yani üç yüz milyon İslâmın uhuvvetlerini ve mânevî yardımlarını kazandıran İslâmiyet milliyetine, binler ruhu da olsa, acaba istihfaf-ı hayat etmezler mi? Elbette hayatını on paraya satan, on liraya binler şevkle satar."
"HAŞİYE : Milliyetimiz bir vücuttur; ruhu İslâmiyet, aklı Kur’ân ve imandır." (Âsâr-ı Bediiye, s. 345.)
Ruslara karşı savunma hattında görev aldı ve aktif bir şekilde mücadele etti
Bediüzzaman, Birinci Dünya Savaşı öncesinde kendi medresesinde talebelerine ders verirken Ermeni çetelerine karşı mücadele etmek için talebelerine aynı zamanda silah kullanmasını da öğretiyordu. Silahlar ve kitaplar yan yanaydı. Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla Ermeni çetelerine ve Ruslara karşı savunma hattında görev aldı ve aktif bir şekilde mücadele etti.
Aziz, sıddık kardeşlerim;
Kırk sene evvel olmuş bir sual ve cevabı size hikâye edeceğim. O eski zamanda, Eski Said‘in talebeleri üstadlarıyla şiddet-i alâkaları fedailik derecesine geldiğinden, Van, Bitlis tarafında Ermeni komitesi, Taşnak fedaileri çok faaliyette bulunmasıyla Eski Said onlara karşı duruyordu, bir derece susturuyordu. Kendi talebelerine mavzer tüfekleri bulup, medresesi bir vakit asker kışlası gibi silâhlar, kitaplarla beraber bulunduğu vakit, bir asker feriki geldi, gördü, dedi: “Bu medrese değil, kışladır.” Bitlis hâdisesi münasebetiyle evhama düştü, emretti: “Onun silâhlarını alınız.” Bizden ellerine geçen on beş mavzerimizi aldılar. Bir iki ay sonra Harb-i Umumî patladı. Ben tüfeklerimi geri aldım. Her ne ise...
Bu haller münasebetiyle benden sordular ki: “Dehşetli fedaileri bulunan Ermeni komitesi sizden korkuyorlar ki, siz Van’da Erek Dağına çıktığınız zaman fedailer sizden çekinip dağılıyorlar, başka yere gidiyorlar. Acaba sizde ne kuvvet var ki öyle oluyor?”
Ben de cevaben diyordum: “Madem fâni dünya hayatı, küçücük ve menfi milliyetin muvakkat menfaati ve selâmeti için bu harika fedakârlığı yapan Ermeni fedaileri karşımızda görünürler. Elbette hayat-ı bâkiyeye ve pek büyük İslâm milliyet-i kudsiyesinin müspet menfaatlerine çalışan ve ‘Ecel birdir’ itikad eden talebeler, o fedailerden (HAŞİYE) geri kalmazlar. Lüzum olsa o kat’î ecelini ve zâhirî birkaç sene mevhum ömrünü milyonlar sene bir ömre ve milyarlar dindaşların selâmetine ve menfaatine tereddütsüz, müftehirâne feda ederler.”
"HAŞİYE : Kardeşlerim namına âcizâne diyorum ki: Lüzum olursa, inşaallah çok ileri geçeceğiz. Bizler, dinde olduğu gibi, kahramanlıkta da ecdadımızın vârisleri olduğumuzu göstereceğiz. " (Tarihçe-i Hayat, s. 590.)
"Ermeni çetelerine ve Ruslara karşı vatanını müdafaa ederken bile masumları korumaya devam etti"
Bediüzzaman Ermeni çetelerine ve Ruslara karşı vatanını müdafaa ederken bile masumları korumaya devam etti.Ermeni çeteleri geri püskürtüldüğünde bölgede yaşayan bazı Ermenilerin kadın ve çocukları kaçamadı ve geri kaldı. Onları bir yere topladı ve “Şer’an bunlara dokunmak caiz değildir.” diyerek halkın onlara zarar vermesini önledi. Ardından, onları, Ermeni fedailerine teslim etti
O muharebeler esnasında, Ermeni fedaileri bazı yerlerde çoluk çocuğu kesiyorlardı. Buna karşı Ermenilerin çocukları da bazan öldürülüyordu. Bediüzzaman’ın bulunduğu nahiyeye binlerle Ermeni çocuğu toplanmıştı. Molla Said askerlere “Bunlara ilişmeyiniz” diye emretti. Daha sonra bu Ermeni çoluk çocuğunu serbest bıraktı; onlar da, Rusların içerisindeki ailelerinin yanına döndüler. Bu hareket Ermeniler için büyük bir ibret dersi olup, Müslümanların ahlâkına hayran kalmışlardı. Bu hâdise üzerine, Ruslar bizi istilâ ettiklerinde, fedâi komitelerin reisleri Müslüman çoluk çocuğunu kesmek âdetini bırakıp, “Madem Molla Said bizim çoluk çocuklarımızı kesmedi, bize teslim etti; biz de bundan sonra Müslümanların çocuklarını kesmeyeceğiz” diye ahdettiler. Molla Said, bu suretle o havalideki binlerle mâsumların felâketten kurtulmasını temin etmiş oldu.
Bir müddet sonra, Ruslar Van ve Muş tarafını istilâ edip, üç fırka ile Bitlis’e hücum ettiği sırada, Bitlis Valisi Memduh Bey ile Kel Ali, Bediüzzaman’a, “Elimizde bir tabur asker ve iki bin kadar gönüllünüz var; biz geri çekilmeye mecburuz” dediler.
Bediüzzaman onlara, “Etraftan kaçıp gelen ahalinin ve hem de Bitlis halkının malları, çoluk ve çocukları düşman eline düşecek. Biz mahvoluncaya kadar dört-beş gün mukavemete mecburuz,” demesi üzerine, onlar, “Muş’un sukut etmesi dolayısıyla otuz topumuzu askerler bu tarafa kaçırmaya çalışıyorlar. Eğer sen, o otuz topu gönüllülerinle ele geçirebilirsen, birkaç gün o toplarla mukabele ederiz ve ahali de kurtulur” dediler.
“Öyle ise ben, ya ölürüm veya o topları getiririm”
Bediüzzaman, “Öyle ise ben, ya ölürüm veya o topları getiririm” diyerek üç yüz gönüllünün başına geçti. Geceleyin, Nurşîn tarafına, topların getirildiği cihete gitti. Topları takip eden bir alay Rus Kazağına, kendi muhbirleri “Bitlis’i müdafaa eden gönüllü kumandanı üç bin adamla ve dağdaki meşhur Musa Bey bin kişiyle topları kurtarmaya geliyorlar” diyerek pek ziyade mübalâğa ile ihbar etmeleri üzerine, Kazak kumandanı korkmuş, ilerleyememişti.
Bediüzzaman da, beraberindeki üç yüz gönüllüyü rastgeldikleri toplara birer ikişer taksim edip Bitlis’e gönderir; kendisi ise ilerleyerek topları birer birer kurtarıp, en son topu da üç arkadaşıyla birlikte ele geçirir. Bu şekilde, otuz topun Bitlis’e gelmesini temin eder. O toplarla üç-dört gün asker ve gönüllüler düşmana mukabele edip, bütün ahali ve cihazat ve mallar kurtulur. (Tarihçe-i Hayat, s:108.)
Savaştan sonraki 1920 yılında ise Ermeni Boğos Nubar Paşa ile -sözde- Kürt halkının temsilcisi diye ortaya çıkan Kürt Şerif Paşa arasında imzalanan “Paris Antlaşması”nda düzenlenen “Kürt-Ermeni Mütabakat Belgesi” hükümlerine binaen Bediüzzaman şu ifadeyi söylenmiştir.
“Ermenilerin maksadı Kürdleri aldatmaktan başka bir şey olamaz.” (Âsâr-ı Bediiye, s. 549.)
Bediüzzaman Müslüman bir alim ve Kürt bir entellektüel aydın olarak, bu anlaşmayı saymadığını ve Kürtlerin de bu maddeleri ve anlaşmayı tanımayacağını gazete lisanıyla ilan etmiştir. Bu anlaşmanın asıl amacının barış değil, Kürtleri kandırmak yoluyla Doğu memleketlerini Osmanlı’dan ayırmaya çalışmak olduğunu açıkça ortaya koymuştur. Bunun neticesinde de Ermenilerin Doğu'ya böylece hakim olmaya çalıştıklarını da özellikle vurgulamış ve Kürtlerin böyle bir oyuna gelmeyeceklerini ve ebediyen Müslüman olacaklarını ve ırkçıları tanımayacaklarını ilan etmiştir. Bu konuya güzelce ışık tutacağından, söz konusu makalenin bir kısmını olduğu gibi aşağıya alıyoruz.
" Kürdler camia-i İslamiyeden ayrılmaya asla ta¬ham¬mül edemezler. Bunun aksini iddia edenler mutlaka makasıd-ı mah¬susa tahtında hareket eden ve kürdlük namına söz söylemeye selahiyettar ol¬mayan beş on kişiden ibarettir. Kürdler, İslâmiyet nam ve şerefini i’la için beş yüz bin (500.000) kişi feda etmişler ve makam-ı hilafete olan sadakatlerini, isar ettikleri kan ile bir kat daha te’yid eylemişlerdir. Ermenilerin maksadı Kürdleri aldatmaktan başka bir şey olamaz. Çünkü ileride Kürdlerin kemiyyeten hal-i ekseri¬yette bulunduklarını inkar edemeseler bile, keyfiyyeten, yani ilmen, irfanen kendilerinden dûn oldukları bahanesiyle, Kürdleri bir millet-i ta¬bie haline getirecekleri muhakkaktır. Buna ise, aklı başında olan hiçbir Kürd taraftar değillerdir. Zaten Kürdler bu beyannameye yalnız sözle değil, bilfiil muhalif oldukları isbat ediyorlar." (Âsâr-ı Bediiye, s. 549.)