Dalgalı ve ahenkli süzülüşüyle kar, ara sıra tipinin savurmasıyla dalgalar halinde bedenime savrulurken, ruhumdaki alacakaranlıkların kargaları; 'kaar kaar' seslerinin eşliğinde bir ritüelle (ayin) beyaz halüsinasyonlara dönüşüyordu.
Kayıp çocukluğumuzun yitik zamanları oyun oynamaktaydı. Şubat ecnilerinin cirit attığı uzun kış akşamlarının eğlencesi, arefane gecelerinde kendine başköşede yer bulan davetsiz misafir edasındaki huzursuzluğun bir benzerini, şimdi yaşıyorum.
Kulakları sağır edecek garip sessizlik içerisinde gün ışığının geceye aktığı Bitlis akşamlarının telaşı, yoğun kar yağışının altında kaybolup gidiyordu.
Kale altının yalnızlığı içinde yürüyorum. Eski Belediye binasının, Sanat Merkezine dönüştürüldüğü taş duvarlarının süslü pencerelerinden, sarı ışıklar sokağa aksediyordu. Bir tiyatro sahnesinin provaları, şen kahkahalarla yanı başımda patlıyor, onu da benden başkası duymuyordu. Fark ediyorum ki; yalnız kentin, yalnız sokaklarında sessiz sinema filmi oynuyor…
İçimdeki sesi dinlersem belki içeriye yönelip ikram edilecek bir akşam çayı ile ısınabilirim. Ya da bir dost meclisi ile ruhumu avutabilirdim. Söz geçiremediğim yorgun ve ıslak ayaklarım, bedenimi istemsiz hareketlerle sürüklüyordu. Akşam namazı için Meydan Camisinin sütunları arasından süzülen insan huzmeleri, bir yaşam emaresinin varlığını daha da kuvvetlendirmekteydi.
Kar yağışı eman vermiyor. Güneş görmeyen Bitlis'in dar sokaklarını arşınlıyorum. Maddi alemden manevi aleme geçiş yapıyorum. Gökyüzü çoktandır maviliğini yitirmiş, havada kar kokusu… Soğuk pusuda… Kar pusuda… İmgelerim soğuk ve artık ruhum da esaret altında… Duygu labirentinde kayboluyorum. Karamsar değilim, sadece hüzünlüyüm biraz…
Zülfikarlar Hanının taç kapısının önünden geçerken, avluda biriken metrelerce karı görmezden geliyorum. Gölgeli gri cephelerde esaret, beyaza boyun eğmekteydi. Var olma endişelerinde sokaklara yalancı bir sessizlik hakim olmakta ve ben hiçlik duygularımda kayboluyordum. Kar manzaralarının arasında, sağlı sollu açılan tünellerden yürüyerek, Büryancılar Sokağına yöneliyorum. Kosor Deresi suskun, Rabat asi ve hırçın akmaktaydı. Şuan yazılmamış bir romanın figüranıydım ben…
Demirciler Çarşısında çekiç sesleri susmuş, donan hal çeşmesi cemrelerin düşeceği günlerin özlemi içerisindeydi. Seyyar tezgahı kara gömülen firari Balıkçı Şafik, bilinmeyen bir yerde kaçak tütünün keyfinin sürerken, nasipsiz kediler ise çoktan sırra kadem basmıştı. Korkunun bekçileri köşe başını tutmuş, incin top oynamaktaydı. Beyaz düşlerde ahlaksızlar ahlak dersi vermeye başlamış, uzak tenhalarda ise Attila İlhan'ın olmayan kadınları tüketilmekteydi ve ben zamanın yolcusuydum.
Rampaya sarılmış eski bir kamyon gibi Fatiha Yokuşuna sarılıyorum. Çoktandır uykularım uykusuz kaldı, şuan uykunun kucağında olmak isterdim. Karın geceye aktığı bir zaman sonra, tipi boran giderek dinmeye başlamıştı, karın artık yağmadığını çok sonraları fark ediyorum. Yükseğe çıktıkça şehrin yarısı giderek ayaklarımın altında kalıyordu. Eski bir alışkanlıkla dönüp bakıyorum. Zeydan Mahallesinin konakları bütün ihtişamıyla karşımda duruyordu. Alt tarafta kalan çarşı sislere bürünmüş, yan taraftaki antik kale ezoterik (derin bilgilere dayalı felsefi öğreti) gizemler içinde yalnızları oynuyordu. Arka tarafta kalan Kömüs Mahallesi görünmüyordu bile…
Kargaların sesleri kısılmış, gökyüzü grilikten kurtulmanın çabası içindeydi. Yaşama sevincim giderek artıyordu.
Keyifleniyorum. Kaldığım yerden yürümeye devam ediyorum. Donmuş dudaklarımda bir türkü tutturuyorum; Karlı kayın ormanında yürüyorum geceleyin, efkarlıyım efkarlıyım, elini ver nerde elin. Karlı kayın ormanında bir pencere sarı sıcak. Ben ordan geçerken biri 'amca dese gir içeri…'