Buz sarkıtlarına ilişti gözlerim, sabah mahmurluğu ile pencereden dışarıya bakarken...
Buz sarkıtlarına ilişti gözlerim, sabah mahmurluğu ile pencereden dışarıya bakarken...Oysa hava çok güzeldi, dışarıda güneşli bir hava vardı.
Buna rağmen güneşe inat çatılarda sıra sıra dizilmiş sarkıtlar duruyordu. 'Güneşe aldanmayın' dercesine tehdit saçıyordu.
Buz sarkıtları, 'korona yasağı' ile işbirliği yapmışcasına; 'Çıkma dışarı, ebeleriz seni!' der gibiydiler.
Sonra oturdum pencerenin önüne, hiç hesapta yokken aklıma o eski kışlar üşüştü...
Yatağımızda sabaha doğru soğuktan bedenimiz büzülüp büzülüp küçülürken, sabah erkenden yanan sobanın sıcaklığı, yorganımıza vururdu...
Tek yatakta koyun koyuna uyuduğumuz kardeşlerimizle ısınır, tepinmeye başlardık.
Hele akşamları, dışarıda ayaz yemiş ellerimizi, ayaklarımızı, yüzümüzü ve o mosmor kesilen kulaklarımızı gümbür gümbür yanan sobanın etrafında, nasıl da döne döne büyük sevinçle ısıtırdık, yarışırcasına.
Sonra ısınınca otururduk, sobanın etrafına keyfimizce...
Kaygısız, telaşsız ve gülen mosmutlu yüzümüzle...
Tıpkı bir 'büyüyüğün,' bir 'bilgenin' dizinin dibine sıra sıra otururcasına otururduk, kardeş kardeşe...
Meşe odunu ile yanan soba, bir büyük gibi gönülden nasılda sıcak sıcak sohbet ederdi, bizimle...
Biz de arada birbirimizle, öyle çocukça kardeş kardeşe sohbet ederdik.
İkramda bulunurdu heybetinde ısıttığı çay suyu, süt ve zaman zama yüreğinin sıcaklığında pişirdiği kızarmış kavruk patatesleri...
Evden biriydi, sobanın en iyi ısıtan yerini kapan kedi.
Isınıp mutlu oldukça yılanımsı kuyruğunu kıvrım kıvrım oynatırdı.
Anlacağınız, şimdilerde sıkça rastladığımız öyle apartman binaların kapılarında kuytu kuytu sıcaklık dilemiyorlardı, kediler...
İç acıtırcasına miyavlanmıyorlardı...
Mutlu mutlu mırıldanırlardı, sobanın etrafında adeta evin bir bireyi gibi.
Zira evden biriydiler...
Evet o eski kışlar, çok ağır ve sert geçirdi, ama ben şimdi çok üşüyorum anne...
O zamanlar üşümüyordum anne, kardeş kardeşe birbirimizi ısıtır, mutlu olurduk.
Bu üşümem, şehirlerdeki betonlaşmadan mıdır, bilmiyorum?...
Ama ben çok feci üşüyorum, anne.
İnsanlık titriyor, insanlık, ben nasıl tir tir üşümeyeyim anne?
Baktığım her yerde aç, çaresiz ve titreyen mülteciler görüyorum.
Acı dolu hikayeleriyle...
Bir de bu günlerde 'cemre düştü' diye söylenip seviniyorlar...
Cemre; havaya, suya ve toprağa düşer anne...
Peki, ya betona anne, betona cemre düşer mi, hiç anne?
Kalbi, zihnî, beyni ve fikri betondan daha beton olan insanların merhametine, cemre düşer mi, anne?
'Katı kalpli insanların kalbine cemre düşsün' diye daha kaç kış bekleriz, bilmiyorum anne...
Ama çok iyi biliyorum ki, 'Betona cemre düşmez, anne!
Düşse de fayda etmez anne.
Gel gör ki ben, sobada yanan odun ve kızarmış kavruk patateslerin kokusunu özledim anne. Ben, buram buram çocukluğumu özledim, anne...
Ben, insanların sıcaklığını özledim anne, sıcaklığını...