Bir yandan dağdaki silahlı adamları, koskoca bir orduyu barışa ikna etmeye çabalıyoruz, diğer yandan da medyanın içindeki savaşçı şahinleri.
Geçen gün Survivor'da şahane bir diyalog yakaladım. Bildiğiniz gibi Gönüllüler takımında Duygu adlı yedibela bir kadın yarışıyor. Kavga etmediği (kendi dahil) adada kimse kalmadı. İşte yine nedensiz bir kavganın sonrasında yarışmacılardan biri 'Bir yandan açlıkla yarışıyoruz, bir yandan da bu Duygu ile...' diye söyleniyordu. Gerçekten de içler acısı hallerinin özeti tam da bu cümlede saklıydı. Sadece açlık ile yarışan diğer yarışmacılarla kıyaslandığında gerçekten işleri kolay değildi...Ufukta barışın belirdiği ilk günlerde 'Barış sürecinin duygu,ları' üzerine bir yazı yazmıştım. Bizim de durumumuz aynen adadaki zavallı yarışmacılar gibi; bir yandan dağdaki silahlı adamları, koskoca bir orduyu barışa ikna etmeye çabalıyoruz, diğer yandan da medyanın içindeki savaşçı şahinleri. Bu topraklara günün birinde barış gelecekse emin olun medyanın şahinlerine rağmen gelecek. Yanlış anlaşılmasın, sözüm ulusalcı basına değil. Onlar zaten doğru inandıklarını bildikleri yolla sonuna kadar savunuyorlar.
Savunsunlar da...
Onları destekleyen izleyicileri izliyor, okuyucuları okuyor. Seçimlerde de, tirajlarda da, reytinglerde de etkileri ve güçleri ortada.
'Bu iş olmaz'cılar
Asıl derdim anaakım medyanın içinde kamufle olmuş barış düşmanlarıyla. Kimi zaman bir yazıişlerinin içine sotalanmış, kiminde bir internet sitesinin arkasına saklanmış, kiminde ise köşesinin önüne 'AMA'lardan bir barikat kurup arkasında pusuya yatmış köşeyazarıyla...
Sinsice 'bu iş nasıl olmaz' diye bekliyorlar.
AVM'de bir bomba patlasın, yok yere insanlar ölsün, barış masası devrilsin, savaşa geri dönülsün istiyorlar. İstiyorlar istemesine ama sıkıntıları büyük, bunu alenen de söylemiyorlar. Söyleseler ertesi gün kendilerini ait oldukları yerde bulacaklarını biliyorlar. Üstelik dün Kandil'de yapılan açıklama ile gördünüz, süreç şimdilik inadına tıkır tıkır yürüyor.
Ikınıp sıkınmaları bundan...
Bu yüzden biz gazetecilerin yakından bildiği dezenformasyon numaraları ile barışa taş koymak için ellerinden geleni yapıyorlar.
Diyelim akil insanlara yönelik küçük bir grup gösteri mi yapıyor, bakıyorsunuz büyük gazetenin internet sitesinin manşetinde 'BÜYÜK PROTESTO', 'ÂKİLLER ŞOKTA' bindirmesi beliriyor. Ya da diyelim barış sürecine doğru giderken ufacık bir tereddüt mü doğdu, birinci sayfadan büyük puntolarla 'BÜYÜK ENDİŞE' diye yazıyor. Diyelim çalıştığı medya grubunun patronu 'Biz barış dilini savunuyoruz, süreci destekliyoruz, sorumlu yayıncılık yapacağız' diyerek bizzat kendisi sürece destek mi olmuş, köşeyazarının umurunda değil. Babasının malı gibi gördüğü köşesinde her gün barışa çomak sokmakta hiçbir sakınca görmüyor.
Endişeleri yazmak
Evet, bu ülkenin dağlarına günün birinde barış gelecekse; tarih unutmasın diye tekrar ediyorum, medyadaki bu savaş şakşakçılarına rağmen gelecek.
Bunu yazınca bazı demokrat yazarlardan 'Endişelerimizi yazmayalım mı? Bizim gibi düşünenler ne olacak?' homurdanmaları duyuluyor.
Elbette yazın...
Elbette sizin gibi düşünenler de var; ancak endişe yazmak ile manipülasyon yapmak arasındaki farkın da kabak gibi ortada olduğunu bilin. 'Barışın daha sağlam' olması için duyulan endişeyle 'barış olmasın' diye duyulan endişe arasında Kandil Dağı kadar fark var!
Böylesine bir iletişim çağında, gelişen medya okuryazarlığında artık herkes kimin, neyi, neden yazdığını ayırt edebiliyor.
% 90'ı barış isteyen bir okur kitlesinin üzerine sen % 0.1'lik marjinal sayılabilecek düşünceni her gün büyük manşetler, manipülatif köşeyazıları ile boca ediyorsan ve bunun karşılığı yoksa ortada bir problem var demektir.
Bakın bu ülkede tam 4 aydır fakir halk çocukları, adını bilmedikleri bir savaşta ölmedi. Bu bile az bir şey değil mi?
Dün Türkiye somut olarak bambaşka bir yola girdi. Daha önce bu girilen yolun sadece Kürtlere barış getirmeyeceğini, Türkiye'yi de daha demokratik bir ülke haline getirme ihtimalini dile getirmiştim. Bu süreç, emin olun, medyayı da dönüştürecek. Türkiye demokratikleşirken medya da eski alışkanlıklarından, bu savaş dilinden arınacak. Bu arınmayı şu bu yapmayacak, bizzat okurlar, izleyiciler yapacak. Daha sağlıklı bir yere dönüştürecek.
Bu suyun karşısında, böyle bir değişimin karşısında hiç kimse duramaz.
Başbakan Erdoğan ve Abdullah Öcalan'ın sanırım buluştuğu nadir konulardan biri 'Zamanın ruhunu okuyamayanların tarihin çöp sepetine gideceği' tezi. Geçen gün PKK'nın önde gelen isimlerinden biri olan Duran Kalkan, barış gelince köşeyazarı olmak istediğini söylüyordu. Anlayacağınız zamanın ruhunu o bile yakalamış, PKK'nın en 'şahin' ismi barışta 'gideceği' bir yer bakıyor.
Kimin nereye 'gideceği' biraz da böyle kritik günlerde ortaya çıkıyor!